22 Aralık 2009 Salı

MÜNAZARA TADINDA-1

Çağla: İnsanın hayatında en fazla kaç keşke olmalı? Keşke demeli mi? Keşke dememeli mi?

Nil: Benim hiç keşkelerim olmadı diyen kişilerin yalan söylediğini düşünüyorum Çağla.İnsanların hayatında keşkeler daima olacaktır çünkü hayat seçimlerden ibarettir.Seçtiklerimiz yada seçmediklerimiz bize keşke dedirtenler.

Çağla: Bu durumda keşke demek kader, yani bir bakıma kadere isyan etmek midir?

Nİl: Aslında şöyle desek daha doğru olur bence kader keşkeler bütünü.Burada isyan kadere değil onun sana sunduğunda tercih etmediğine karşı olabilir ancak.

Çağla: İyi de insanlar kendi kaderini seçemezler ki!

Nİl: Evet ama dürüst olayım buna bir yere kadar katılıyorum.Kaderin yaşadıklarımızın ana hatlarını belirlediğini ama hayatımızı seçimlerimizin belirlediğini düşünüyorum.Kader sana sunuyor,yolunu sen çiziyorsun.

Çağla: Saçma! Kim savaş ve açlık olan bir yerde dünyaya gelmeyi seçer ki?

Nİl: Tabii ki bunu kimse seçmek istemez.Seçimlerimiz sadece bizleri değil bizlerle birlikte bir çok insanı etkiliyor.Dolayısıyla savaşların da sebebi insanlar.Savaş yaşanan bir ülkede dünyaya çocuk getirmek sence kader mi seçim mi?

Çağla: Evet haklı olabilirsin.Bir seçim ve ardından getirdiği bir keşke olabilir bu son cümlen.Sanırım seçimler insanların hayatını değiştirdikçe keşkeler sil baştan yeniden başlıyor.

Keşkelerimize kader diyebiliyorsak asıl kader nedir peki?

Nil: Sana keşke dedirten her seçim yaradan tarafından sunulandır yani kaderdir.Sana sunulur seçersin yaşarsın,seçmezsin yaşamazsın ama şunu asla unutma neyi seçersen seç hep seçmediğin aklını kurcalayan olacaktır ve hayatındaki en ufak bir aksilikte o seçimi suçlayacak keşke diyeceksin.Keşke...

İnsanların kader deyip geçmeleri keşkeleriyle yüzleşememeleri,kendilerinden,başarısızlıklarından,güçsüzlüklerinden,seçimlerinden ve sonuçlarından kaçmalarından.
Keşke iyiyi farketmek için kötüye,yaşamı farketmek için ölüme ihtiyacımız olmasaydı...

25 Kasım 2009 Çarşamba

ANADOLU'NUN KAYIP ŞARKILARI - LOST SONGS OF ANATOLIA

Nezih Ünen'in 5 yılda tamamladığı, türünün ilk örneği bir müzikal-belgesel. Anadolu kültürü ile ilgili bugüne kadar yapılmış en kapsamlı sinema eseri.


"Anadolu'nun Kayıp Şarkıları" filmi, 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde nisan ayındaki ilk gösteriminden sonra

- Antalya'da Altın Portakal
- Fransa'da Montpellier ve
- Yunanistan'da Selanik Film Festivali'nde

yer aldı.

Nezih Ünen Group, İstanbul Film Festivali sırasında Babylon'da gerçekleştirildiği gibi. Selanik ve Cannes Film Festivalleri'nde de filmin müziklerinden oluşan konserler verdi.

Filmin 2008 sonbaharında vizyona girme hedefi sektörden kaynaklanan nedenlerle ertelendi. "Anadolu'nun Kayıp Şarkıları" filminin sinemalarda vizyona girişi öncesinde soundtrack albüm de yayınlanacak.

Kendince


Kimisi galip olmuş
Kimi malup
Kimisi akıllı olmuş
Kimi deli
Kimisi duyarlı olmuş
Kimi duyarsız
Kimisi her seferinde yeni bir sabaha uyanmış
Kimi her seferinde doğan güne lanet etmiş
Kimisi öncü olmuş
Kimi takipçi
Kimisi sözcü olmuş
Kimi gözcü
Kimisi aşık olmuş
Kimi nefret dolmuş
Kimisi dost olmuş
Kimi düşman
Kimisi duygusal olmuş
Kimi mantıksal
Kimisi az düşünür olmuş
Kimi az konuşur
Kimisi isyankar olmuş
Kimi itaatkar
Kimisi hasret dolmuş
Kimi sevgiliye doymuş
Kimisi zengin olmuş
Kimi fakir kalmış
Kimisi çembe takmış
Kimi takla atmış
Kimisi alim olmuş
Kimi zalim
Kimisi dilde ezgi olmuş
Kimi sezgi dolmuş
Kimisi edep bilmiş hayatı
Kimi edepsizliklerle almış hıcını
Kimisi zincirini kırmış
Kimi prangalarla hapsolmuş
Kimisi intirosu düşük bir müzik gibi
Kimi beş artı bir ses sistemi
Kimisi....
Kimisi....
Kimisi......
İyi yada kötü herkes kendince birşey olmuş!
Ya sen?

14 Ekim 2009 Çarşamba








ÜZGÜNÜZ BLOGER YAZARININ İHMALİ NEDENİYLE BU BLOG GEÇİCİ OLARAK KAPANMIŞTIR...

12 Eylül 2009 Cumartesi


Shane Perry


Gözden yaş akmaz ama,
Kalbe akar her damla,
İnce bir sızı olarak saklanır mesken edindiği yürekte,
Gözden yaş akmaz ama,
Kan damlar yüreğe,
Zehrini içeri akıtır dil,
Kıyamaz söz söylemeye,
Ne yürek uslanır dışarı akmayan zehirle,
Ne göz ıslah olur akmayan gözyaşı ile...


Begüm kişisel iletini görünce bu cümleler döküldü birden elimden,yüreğimden, dilimden.Zaman sadece birazcık zaman ...

9 Eylül 2009 Çarşamba


Davranış herşeydir!!!.

Gerektiğinden kibar ol...
Basit yaşa, cömertçe sev.

Yürekten düşün sevdiklerini,
Tatlı konuş.......

Hayat, fırtınanın geçmesini beklemek değildir ki!...

Yağmurda dansetmeyi becerebilmektir!!!!!!.

4 Eylül 2009 Cuma

Bir, iki, üç tıp




Yavaş yavaş anlamlı cümleler dökülmeye başlamıştı ağzımdan. Öylesine sevimli ve güzel telaffuz ediyordum ki sürekli konuşmam için gözümün içine bakıyorlar, söylediğim her kelimenin ardından beni alkışlıyorlardı.

Ben de o küçücük gövdeme göre büyük olan bu alkışları hak etmek için her seferinde daha da çok konuşmaya başladım.

Hatta bir keresinde boyumdan büyük bir laf etmiştim; annem arkadaşına anlatırken yaşadığı canını acıtan olayı, şaşkınlığından konuşmasını kesip kucaklamıştı ah benim bilmiş kızım nereden öğrenirsin bunları diye. Yalan da değildi hani bilmişlik hakkındaki yorumu. Boş ver demiştim ona, boyuma, yaşıma çok büyük kalan bir üslubla.

Belki, sana yapılanla uğraşma sen kendi yoluna devam et o hırslarının esiri olarak zaten kendini kahreder diyememiştim o yaşımdaki aklımla ama nasıl olduysa boşver anne keskin sirke küpüne zarar demeyi becermiştim.


Sonraları küçük pembe yalanları ortaya çıkarır oldum. Aslında mazeretti onlar, pembe yalan bile demek haksızlık olur. Ama benim küçük aklıma göre yaşanmıyan, yapılmamış olan, gerçekliği olmayan her şey sadece yalan olabilirdi. Sen sus bakalım dediler nereden bileceksin!

-''A insanı yalancı çıkartır bu çocuklar yahu''.

Okula başladım sonra. Konuşmanın bir çözümü vardı artık, sözümü dinletebilmenin. Parmağımı kaldıracaktım, izin verilecek bende konuşacaktım bol, bol. Ama hiç bir zaman gerçekten söylemek istediklerimi söyleyemedim...

Fikirlerimi söylemeyi başladım sonraları, sus dedi babam sakın sokaklarda falan böyle ileri geri konuşma yakarsın maazallah hepimizin başını.

Konuştum çok bilmiş oldum, konuştum yalancı çıkartır oldum, konuştum saygısız oldum, konuştum anarşist oldum.

Konuşmam için gözümün içine bakıp beni alkışlayanlar artık susmam için aynı tepkileri verir oldu...

Arkadaşlarımla oynarken öğrendiğim tıp oyunu aklıma geldi bir gün.
Bir, iki, üç, tıp diyordu oyun başı sonrasında da susuyor herkes ilk konuşan yanıyor oyundan çıkıyordu.İyi bilirsiniz sizlerde, sanırım oynamayanımız yoktur.

Artık otuz yaşım bitti ama ben hala tıp oynuyorum. Baktım ki konuştukça doğruları söylüyor dokuz köyden kovuluyorum yada kırmamak için pembe de olsa yalan söylüyorum bende tıp diyorum içimden ve susuyorum.

O kadar sıklaştı ki bu tıplar, tıp dediğim kişiler ve olaylar. Sustuklarım içimde bir çığ gibi büyüyor şimdilerde. Birileri altında kalacak bu gizli sessizliğin oluşturduğu çığın ve ben o an çığlıklarımla haykıracağım.

-Bunun böyle olmasını siz istediniz!

.
..
....
Artık oyun başı benim:
-Sustuğum sürece var olanlar için, sustukça inandığımı düşünenler için, kabullenmenin bir şekli olduğu için, kabullendiğimi düşünüp açık vermeleri için, suskunluğumda mutluluğu paylaşanlar ve en önemlisi suskunluğumla ders verdiklerim için...

Bir .

İki ..

Üç ...

TIPppppp....

7 Ağustos 2009 Cuma


Edepli görünen edepesizlikler bürüdü lal bir hayatı.
Sinmiş kör dumanın kokusu bürüdü katran kaplı yarayı.
Ne eceldi,ne azraildi onun gözünde tanımlayan ebedi diyarı.
Seyrederken riya dolu şu alemi,
En derin nefesiyle çekti kör dumanlı sigarayı.


*** *** *** *** ***

Her çekişte dumandan bir nefes,
Sigaran değildir tükettiğin sensindir aslında.
Bilerek söndürürsün başını ezercesine mentol kokulu izmariti.
Tıpkı tüm tükenişlerin başını ezer gibi ezersin üstüne üstlük,
Dolmasından korkmadan izmarit kokulu kirli tablanın...

Ne gökyüzünün rengidir beni solduran,
Ne kıvrak hatlı deniz kızından derman sorduran,
Yakomozun halkasında en içte duran,
Sudan sebeptir,hepsinden geçtim gayrı...

Yüzüme kapanan hayat perdesi değilmiş meğer,
Başrolünü oynadığım sahte oyunların bitişiymiş.
Bense cezayı kendime ödül bilmişim,
Hüznün kadehinden mutluluk şarabını içerken,
Alemin sarhoşluğuna gülüp geçişim..

3 Ağustos 2009 Pazartesi

KELEBEK İSTİLASI

Yaklaşık onbeş gün önce Sakarya Köprüsün'den geçerken beni dehşete düşüren bir o kadar da hayranlıkla izlediğim bir olayla karşılaştım. Aslında geçen yıllardan bu olayın yaşayanların, gözlemliyenlerin anlattıklarına kulak misafiri olmuştum ama yaşamak bambaşkaydı. Eşime arabayı durdurmasını söyledim. Yakın bir yere parkettik ve uzun, hatta çok uzunca bir süre bu ilginç doğa olayını izledim.

İtfaiyelerce yarım saatte bir yıkanan köprünün yolları yarım saat sonra yaklaşık 5cm kalınlığında ölü kelebekle kaplanıyordu.

Bir yanım:
''Korku filmi gibi ya resmen her yeri böcekler istila etmiş derken diğer yanım şaşkınlık verecek derecedeki yoğunluklarını ve her yıl sadece Sakarya'da gerçekleşen bu olayı neden kimse turizme çevirip bu ilginçliği paylaşmıyor'' diye mırıldandı.

Sesim mırıltı kıvamından biraz daha yüksek tona çıktığındaysa ağzımdan şu cümlelerin döküldüğünü anımsıyorum:

-Ne kadar tuhaf değil mi? Çifleştikten sonra öleceklerini bilerek içgüdesel olarak yinede bunu yapıyorlar, yaşamlarını onlara verilen bu görev için sürdürdüler.tam üç yıl bir balığa yemek olmadan sırf soylarını devam ettirebilmek ve doğadaki görevlerini yerine getirebilmek için çaba sarfettiler. Belki de bilmiyorlar. Belki çiftleştikten sonra öleceklerini bilselerdi asla sudan çıkmazlardı.

Biz insanlar ise öleceğimizi bilerek yaşıyoruz. Çok garip ya her canlı aslında ölmek için doğuyor.

Birden eşimin sesiyle irkildim:

-Sen doğduğuna şükret, hiç doğamayanlar varr :))

Aslında çok haklıydı.Eğer bekleseydi bir sonra ki cümlemde onun bu cümlesini doğrulayan cümlelerle devam edecektim.Evet hepimiz bu dünyaya aslında ölmek için geliyoruz ama ölmeden önceki süreçte geçirilen dönemde hepimizin bir görevi ve sorumluluğu var bu hayata dair.

Aslında bu başlı başına bir yazı konusu bu dünyaya gelmek şans belki benim için ama bu dünyada keşke doğmasaydım diyebilecek kadar çok açlık, sefalet ve acı çeken bir çok insan da var. Hepimizin sınav ediliş şekilleri farklı.Kabul etmeliyiz ki 1-0 öndeyiz ve sanırım en çok bu nedenle doğru ve kalıcı şeyler bırakmak için yaşamalıyız hayatımızı.Neyse dedim ya bu başlı başına bir yazı konusu bu nedenle hemen konuyu toparlayarak diyorum ki:

Bir sonraki yıl temmuzun 15-20'si arası orada yaşayan birilerinden tiyo alıp yolunuzu düşürürün Sakarya Köprüsüne.Tam dört gün sürüyor.

Aşağıda eklediğim yazı, bu ilginç doğa olayı ilgisini çekenleri daha ayrıntılı bilgiye kavuşturacaktır hadi kalın sağlıcakla...

**** **** **** **** **** ****


Sakarya Nehri'nde erginleşerek sudan çıkan milyonlarca sinek, Sakarya Köprüsü'nü ve Adapazarı'nın bazı sokaklarını kaplayarak adeta kar görüntüsü yarattı.

Her yıl temmuz ayında Köprübaşı Mahallesi'ndeki Sakarya Köprüsü yakınlarında toplanan milyonlarca kanatlı, ilginç görüntüler oluşturuyor.

Halk arasında 'söğüt kelebeği' olarak bilinen kanatlıların, aslında iki yıl içinde erginleşerek çiftleşmek amacıyla sudan çıkan 'bir gün' sinekleri olduğu bildirildi.

"Bunlar kelebek değil"

Sakarya Üniversitesi (SAÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölüm Başkanı Doç. Dr. Savaş Canbulat, gazetecilere yaptığı açıklamada, her yıl belli dönemde ortaya çıkan ve havada uçuşarak ilginç görüntüler oluşturan kanatlıları incelediğini belirterek, kamuoyunda bilinenin aksine kanatlıların kelebeklerle ilgisinin olmadığını kaydetti.

Kelebeklerin tırtıldan dönüştüğüne dikkati çeken Doç. Dr. Canbulat, milyonlarca tırtılın istilası durumunda çevrede herhangi bir tarım ürünü yetiştirilemeyeceğini ifade ederek, şunları söyledi:

"Bunlar kelebek değil. Her yıl temmuz ayında görülen doğa olayı aslında erginleşerek sudan çıkan 'bir gün' sineklerinin çiftleşme törenidir. Latince adıyla 'Ephemeroptera' dediğimiz 'bir gün' sinekleridir. Çünkü etrafta bu kadar çok kelebek ergeni olsaydı, yavru aşamasında tırtıl denen yavruları çevrede büyük katliam yapardı. Burada söğüt, kavak, meşe ve fındık gibi herhangi bir tarım bitkisi yetiştirmemiz imkansız olurdu.

Bunlar 2 yıl içinde sudaki gelişimlerini tamamlarlar ve akşam üzeri su kıyısından karaya çıkarlar. Karaya çıkan sineklerin erkek ve dişileri daha sonra çiftleşme uçuşuna çıkar. Erginleri bir gün yaşar. Bir günden sonra erkekleri hemen dişileri de tekrar Sakarya Nehri'ne bıraktıktan sonra hepsi ölür. Geri dönemeyenler de ölecektir. Bu kadar çok yumurta taşımalarından dolayı kötü bir koku yayarlar."

Geçmiş yıllara oranla bu yıl daha büyük sinek istilasıyla karşılaştıklarını belirten Canbulat, sözlerini şöyle tamamladı:

"Bir gün sinekleri larva döneminde sudaki balıkların en önemli besin kaynağıdır. Son yıllarda artan kirlilik, balık popülasyonun azaldığını ve su içinde sineklerle beslenecek fazla canlı kalmadığını gösterir. 12 yıllık meslek hayatımda ilk defa Sakarya Nehri'nde görülen bu kadar büyük bir popülasyonla karşılaşıyorum. Dünyanın başka bir yerinde böyle bir doğa olayı ile karşılaşmadım. Rüzgar sirkülasyonu kesildiğinde toplanırlar ve güneyden kuzeye esen rüzgarla tüm sokakları kaplıyorlar."

(cnnturk.com'dan alıntıdır)

30 Temmuz 2009 Perşembe

BAŞLIKSIZ

Umutsuz hayaller tünelinde
Kayboldu sessiz çığlıklar
Nedensiz amaçların esiri
Sessiz, sedasız dibe vuruşlar

Ezberletilmiş hayatların önünde
Diz çöktü asi duruşlar
Askıdaki boş elbiseden ibaret
Asaleti sahte duruşlar

Gecenin karanlığında saklı
Prangalı varoluşlar
Gün ağırdığında bitti
Nice sahte duruşlar

Kurşunsuz silahlarda
Mermi olmuş cümleler
Nihanına varmadan
Ebedi cihana vardırışlar...

ENGELLERİ KALDIR

Hoşgeldin bebek.
Başındasın herşeyin .Dünyanın tüm bebekleri aynı şekilde ağlar, aynı şekilde doyar. Tadını çıkar.

Belki Muhammet olur adın belki Musa belki de İsa. Boyun iki metre olabilir. Saçın sarı, gözün siyah. Belki de esmer olursun. Belki de kısa. İşte o zaman bebek demez artık kimse sana.

Kadın yada erkek olursun ya da bambaşka.
Başını aç derler ya da kapa.
Sev derler ama sakın dokunma! Bu beden senin değil nasıl olsa.
Sen çalış!
Sen doğur!
Sen savaş!
Sen SUS!

İstedikleri gibi olmazsan öldürürler seni, töreler daha değerliymiş gibi hayattan.
Herkes eşittir bebek. Ama göreceksin bazıları daha eşittir. Şaşırma burası tuhaf bir dünya.

Gülümse yine de büyüdüğünde kim olursan ol eşit yaşaman için çalışan insanlar var burada.

Gülümse bebek herkes sana gün gelecek İNSAN diyecek...

www.engellerikaldir.com"

28 Temmuz 2009 Salı

Sünnet Erkeklere Sünnet

Kültüründe 'normal' veya 'geleneksel' sayıldığı için görünmeyen kadına yönelik şiddet biçimi hatta bir vahşet olduğunu düşündüğüm küçük yaşta kızların sünnet edilmesi Afrika’nın 28'den fazla ülkesinde uygulanıyor.Umman, Yemen, Birleşik Arap Emirliği, Endonezya, Malezya ve Kuzey Irak'taki bazı kürt bölgelerinde de daha az olmakla birlikte sünnet geleneğine rastlanıyor.Bu ülkelerden gelen göçler nedeniyle kadın sünnetinin avrupa, Kanada, ABD, Yeni Zelanda ve Avustralya'ya taşındığı söylenen, uygulama kadınlara yönelik şiddetin en uç noktalarından biri bence.
Bu olayı yaşayan en bilinen örnek Ünlü top model Waris Dirie, bu vahşeti hayatının anlatıldığı kitapta şöyle paylaşmış:
Somali'de yaygın olan bir inanca göre kızların bacakları arasında, doğarken getirdikleri,ama temiz olmayan kısımları vardır.Bunların vücuttan uzaklaştırılması gerekir.Küçük bir kızlıktan kadınlığa geçiş olarak kabul edilmiş bu tören bizler tarafından büyük bir arzu ve endişeyle beklenir.
Sünnetimden bir gün önce annem bana tuvaletimin gelmemesi için fazla su yada süt içmememi söyledi.Bunun ne anlama geldiğini bilmiyordum.
O an geldiğinde gün yeni ağırmaya başlamıştı ve biz epeyce uzaklaşmıştık.Artık kızların bu saatlerde nereye ve neden götürüldüğünü biliyordum.Çığlıkları duyulmamalı ve diğerlerini ürkütmemelilerdi.Annem yaşlı bir ağacın kökünden bir parça çekip çıkardı.Sonra beni kayanın üzerine oturttu.Bacaklarımı iki yana açarak arkama oturarak başımı göğsüne dayadı.Kollarımı arasına yerleştirdi.''ısır''
''canım yanacak!'' diye mırıldandım dişlerimin arasındaki kökle.Ayaklarımın arasına baktım ve çingene kadının hazırlandığını gördüm.Gözlerinde ölü bir bakış, yüzünde sert bir ifadeyle bana baktı.Sonra eski bir çantanın içini karıştırdı.Kocaman bir bıçak çıkartacağını beklerken küçük bir torba çıkarttı.İçinden çıkardığı jilete tükürüp elbisesine sildi.Annem bir eşarpla gözlerimi kapadı.
Sonra hissettiğim şey etimin kesildiğiydi.Kör jiletin bir ileri bir bir geri derimi biçerken çıkarttığı sesi duyabiliyordum.Bacaklarım titremeye başladı ve ben Tanrım çabuk bitsin diye yakarmaya başladım.Sonrasını hissetmedim çünkü bayılmışım.
Kendime geldiğimde bittiğini sandım,ama bu sefer en kötüsü başlamıştı.Katil kadın akasya ağacından kazıdığı dikenlerle derimde delikler açmak için kullandı, sonra kalın beyaz bir ipi deliklere geçirerek dikti.
İşte bu şekilde anlatmış Waris Dirie yaşadığı bu en kötü anı.Sonraki aşamaları da var tabi bu yaşananların.Merak edenler için kitabın adı Çöl Çiçeği.
Farklı kültürler , gelenekler, inanışlar...Bir yanım bu vahşete dur demek isterken diğer yanım inançlar karşısındaki çaresizliği kabulleniyor.Söylenecek, söylemek istediğim çok şey var ama yapacak birşey olmayınca sözler havada asılı kalıyor ...

26 Mayıs 2009 Salı

Nacizane Söylemlerim






''Maskelerin maskarası olmayı, maskaramın bulaşmışlığına yiğelerim...''



''Bazen ona benzediğim için babamdan, bana benzediği için oğlumdan nefret edesim gelir...''


''Söylemeye dilim varmazdı, daha otuzuma beş varken bile yirmili yaşlarımdan kopmaktan nasıl da korkardım. Ama nerden bilirdim ki yirminin başından sonuna kadar yaşadığım, bende varım dediklerimi otuzların her bir yılında katlanarak yaşayacağımı...''

'' Hiçbirimiz kendi hayatımızı seçebilerek gelmiyoruz bu dünyaya.Eğer böyle bir şansımız olsaydı kimse yaşlanmadan ölüm olan bir hayatı seçmezdi.
Ama doğum gibi ölümde hayatın bir gerçeği.
Kendimizin seçemediği hayatı bir basamak olarak kullanıp bunu kendi hayatımız haline getirebiliyorsak işte o anın insanın gerçek doğumunun olduğuna inanıyorum..''

''Seni eleştiriyor olmamın tek nedeni sana benziyor olmam...''


''Hiç bir zaman aceleci olmadım. Ama hiç bir şeyi de zamana bırakmadım...''

Doğan Cüceloğlu' ndan okunulası bir yazı

On bir çocuklu bir ailenin on birinci çocuğu olarak Mersin’in Silifke kasabasında doğmuş Doğan Cüceloğlu. Silifke’de en yüksek dereceli okul olan ortaokulu bitirdikten sonra subay olan ağabeylerinin yanında Ankara ve Kırklareli’nde okumuş ve Kırklareli Lisesi’nden mezun olmuş. Kırklareli lisesinde ilk aşk şiirimi yazmış.


Ankara Atatürk Lisesi’nde edebiyat ve kompozisyon öğretmeni olan Cahit Okurer bir gün ne olmak istediğini sorması üzerine; mühendis olmak istediğini söylemiş sevgili Doğan Cüceloğlu. Bilim adamı olmak istemez misin, demiş, öğretmenide ona. Onun etkisi altında İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü’ne yazılmış ve oradan mezun olduktan sonra ABD’de Illinois Üniversitesi’nde doktorasını yapmış. Uzmanlık alanı iletişim psikolojisidir.

Hayatını anlatırken fazlaca bahsetmediği tesadüfen bir yerde denk gelip okumak suretiyle bilgimin olduğu bir anektod vardır Doğan Cüceloğlu hakkında, adeta beynime kazınmıştır.Cümleleri şöyleydi:

Amerika’da doktora öğrencisiyken, benim gibi doktora öğrencisi olan Emily ile tanıştım ve evlendim. On bir yıl süren evliliğimizde üç çocuğumuz oldu.
Evlendiğimde ne kendimi tanıyormuşum, ne de evliliğin ne olduğunu. Silifke’de büyürken çevremde gördüğüm evlilik, koca, baba modelleriyle Kaliforniya’da büyümüş feminist bir Amerikalı kıza kocalık yapmaya çalıştım. Sonuç: hem ben çok ıstırap çektim hem de Emily’e acı çektirdim. Benim şimdi yüreğimi en çok yakan çocuklarıma verdiğim acılar. Onlardan dört yıl ayrı yaşadım.

Yaşadığım acılar her şeyi bilmediğimi, öğrenmem gereken çok şey olduğunu gösterdi ve yalnız bilgi yönünden değil, insan olarak gelişmem gerektiğine ikna oldum.İşte bu cümleler benim hayatımda çok büyük bir anlam teşkil etti.Doğan Cüceloğlu gibi iletişim ve insan psikolojisi alanında uzman birinin ağzından bu cümlelerei duyabilmek gerçekten kilit noktaydı.Şimdi bu değerli kişiliğin bir yazısını paylaşmak istiyorum sizlerle umarım keyifle okursunuz.


Kaliforniya' da Long Beach şehrindeki Eyalet Üniversitesi' nde öğretim üyesi olarak ders verirken, aynı sömestrde benim iki dersimi alan bir kız öğrencim dikkatimi çekmeye başlamıştı. Bu genç bayanın şu özelliklerinin farkına varmıştım: Her şeyden önce çok güzel bir kızdı; gözüm gayri ihtiyari ona gidiyordu. İkinci olarak çok iyi bir öğrenciydi; bütün sınav ve ödevlerde en yüksek notu o alıyordu. Ayrıca, çok hanımefendi, çok nezih bir kişiliği vardı. Bölümün bir pikniğinde kız öğrencimin nişanlısıyla tanıştım ve itiraf edeyim, ilk aklımdan geçen, 'Armudun iyisini ayılar yer' düşüncesi oldu. Yukarıda özelliklerini saydığım o güzel kızın bana tanıştırdığı erkek, yirmi yedi-yirmi sekiz yaşlarında, saçı biraz dökülmüş, şişman denecek kadar toplu, çirkin, kısa boylu biriydi. Bu kişiye parası için yüz vermiş olabileceğini düşündüm. Daha sonra öğrendim ki, bu genç adamın parasal gücü yok; başka bir üniversitenin psikolojik danışmanlık bölümünde doktora öğrencisi olarak okula devam ediyor ve ileride akademisyen olarak kariyer yapıp profesör olmak istiyor. Acaba benim güzel öğrencim bu adamda ne bulmuştu? Bir hafta sonra ders çıkışı koridorda öğrencimin yanına yaklaştım ve Sally adıyla anacağım öğrencimle aramızda şöyle bir konuşma geçti:

'Sally, nişanlınla nasıl tanıştığınızı merak ediyorum? 'Bir kilise faaliyetinde aynı komitede çalıştık; o zaman tanıdım kendisini 'Nesi seni etkiledi; hangi özelliklerini sevdin? Sally, bir Amerikalı olarak bu soruyu hiç beklemiyordu. Amerikan kültüründe, bu tür sorular kişinin mahremiyetine tecavüz olarak kabul edildiğinden pek sorulmaz. Amerikan kültürüne göre ben o anda Sally'nin mahremiyetine 'burnumu sokuyordum.' Şaşkınlığı geçince çok içten, gözlerinin içi gülerek, 'O şahane bir insan; o benim kahramanım! Ben ondan çok şeyler öğrendim' dedi. O anda ilk hissettiğim şey kıskançlık duygusu oldu. Güzel bir kadının erkeğine, 'Sen benim kahramanımsın' duygusu içinde bakmasının erkeğe verilmiş en büyük hediye olduğunu hissettim ve anladım. Bu hediyeyi, hayatım boyunca hiç almadığımı biliyordum ve o kişiyi kıskandım. 'Nasıl yani?' dedim. 'Frank bir yetimhanede büyümüş. Yetim olmanın ne demek olduğunu bildiği için, üniversite öğrencisi olunca, yetimhaneden iki çocuğa ağabeylik yapma kararı almış. Haftada on saatini onlara ayırıyor; onlarla buluşup oynuyor, kitap okuyor, onları müzeye götürüyor. Onların iyi gelişmesi için elinden geleni yapıyor. Biri ameliyat oldu, hastanede yatıyor ve Frank şimdi akşamları hastanede kalıyor, geceleri ona bakıyor

Kendime kızdım.Yüzüme tokat yemiş gibi oldum. Utandım.Ben güya en yüksek eğitim düzeyine gelmiş biriydim ve karşımdakini hala dış görünüşe göre yargılıyor ve onu 'ayı' olarak görüyordum. İçimdeki pislikten utandım. Bir süre sonra Sally'nin içinde yetiştiği aile ortamını merak etmeye başladım. Şöyle bir mantık yürüttüm: o adama baktığım zaman ben neden, 'Armudun iyisini ayılar yer' diye düşündüm? Çünkü ben, içinde yetiştiğim ortamda sık, sık bu benzetmeyi duyarak büyümüştüm. İçinde yetiştiğim ortam beni nasıl etkilemişse, Sally'nin içinde yetiştiği ortam da onu öyle etkilemiş olmalıydı. Birkaç hafta sonra Sally'e, ailesinin nerede oturduğunu sordum. Los Angeles'in üç yüz elli km kuzeyindeki bir kasabada oturuyorlarmış. Onun ailesiyle tanışmak istediğimi, bunu mümkün olup olamayacağını sordum. 'Kendilerine bir sorayım, eminim sizinle tanışmak isteyeceklerdir, ' dedi ve iki gün sonra, 'Ailemle konuştum; sizinle tanışmaktan mutlu olacaklarını söylediler, ' dedi. Dört-beş hafta sonra San Francisco'ya gidecektim, Sally'nin ailesinin yaşadığı kasaba yolumun üstündeydi, onlara uğrayabilir, onlarla tanıştıktan sonra yoluma devam edebilirdim. Bu planımı Sally'e söylediğimde Sally, 'O gün ben de aileme gidecektim; isterseniz beraber gidebiliriz, ' dedi. Ailesine haber verdi. Onlar da sabah kahvaltısına gelmemizi söylemişler. Long Beach'ten sabahın altısında

yola çıktık ve dokuz buçuk civarında Sally'nin ağabeyi Brian'ın evine vardık. Sally'nin babası George orada buluşmamızı uygun görmüş. Çok güleryüzlü bir aileydi. Brian'ın, en ufağı dört yaş civarında dört çocuğu vardı. Ziyaret ettiğim bu güler yüzlü sıcak ailede, iki olay gerçekten dikkatimi çekti. Bunlardan ilki, Sally'nin babası George'un torunlarıyla konuşurken onların göz hizalarına inmesiydi. Bunu o kadar doğal yapıyordu ki, artık farkına varılmadan yapılan bir davranış olduğu belliydi. Sally'ye, babasının torunlarıyla hep böyle mi konuştuğunu sordum. 'Evet' yanıtını alınca, kendisi çocukken de babasının, onunla göz hizasına inerek mi konuştuğunu sordum. 'Evet, biz böyle biliyoruz. Ağabeyim Brian da çocuklarıyla böyle konuşur; ben de kendi çocuklarımla böyle konuşacağım. Biz böyle biliyoruz', dedi. Tüylerim diken diken oldu. Ben üniversite öğretim üyesiydim ve insan psikolojisi benim uzmanlık alanımdı ama üç çocuğumdan hiçbiriyle göz hizasına inerek konuştuğumu hatırlamıyordum. Kendime kızdım; sonra kendime kızmaktan da vazgeçtim, beni yetiştirenlere kızdım. Sonra onlara kızmaktan da vazgeçtim ve bütün nesilleri yetiştiren kültür ortamına kızdım. Daha sonra kimseye kızmayacağımı anlayarak, oradaki öğrenme fırsatından yararlanmaya karar verdim.

Torunlarının önünde diz çökerek konuşan dede George'a 'Beyefendi, çocukların göz hizasına inerek konuşuyorsunuz!' dedim. Bana biraz şaşkınlıkla gülümseyerek, 'Tabii, onlar küçük insanlar!' yanıtını verdi. Öyle bir bakışı vardı ki, bu bakış sanki 'Bu kadar doğal bir şey ki, herhalde bunu herkes yapıyordur; sen yapmıyor musun?' diyordu. O bakışa karşı bütün yaptığım, mahcup bir gülümseme oldu. Bu güler yüzlü sıcak ailede dikkatimi çeken ikinci olay, Sally'nin ağabeyi Brian'ın davranışı oldu. Brian, Pasifik ülkeleriyle ticaret yapan, oldukça varlıklı biriydi. Evlerinin büyüklüğünden, yüzme havuzundan, çiftliklerinden, arabalarının türünden ailenin zenginliği belli oluyordu. Kahvaltıdan sonra saat on bir dolaylarında telefon çaldı ve Brian bir süre telefonla konuştu. Ofisten arıyorlarmış, Koreli bir işadamı Los Anegeles'ta imiş, kendisiyle görüşmek için helikopterle saat 14'te gelmek istiyormuş. Başka bir randevusu olduğunu söyleyerek bu teklifi reddetmiş olan Brian, bize durumu şöyle açıkladı: 'Dört çocuğum var ve her hafta biriyle dört saat baş başa geçiririm. Bugün dört yaşındaki kızım Mary'le randevum var. Çocuklar çok çabuk büyüyorlar, eğer dikkat etmezsen, bir bakıyorsun, büyümüşler ve onlarla beraber zaman geçirme olanağı kaybolmuş
Brian'ın yaşam vizyonunu sormadım, ama davranışından nelere öncelik verdiği belli oluyordu. Brian için çocukları şüphesiz en az işi kadar önemliydi. Brian'ın yaşamında bununla ilgili bir pişmanlık duygusu, bir 'keşke' olmayacak. Sally'e sordum: 'Baban seninle randevulaşır mıydı?' 'Evet', dedi, 'yalnız benimle değil, her çocuğuyla sırasıyla baş başa zaman geçirirdi. Ve ilave etti, 'Biz böyle gördük, böyle biliyoruz. Benim çocuğumun da babası böyle yapacak!'. Gülümseyerek, 'Nereden biliyorsun?' diye sordum. 'Biz Frank’la konuştuk' diye cevap verdi. Yine içim cız etti. Daha doğmadan çocuğun gelişme ortamıyla ilgili bir bilinç oluşmuştu. Kendi çocuklarıma içim yandı. Evlenmeden önceki bilincimi, kafamın karmaşıklığını, evlendiğim kıza ettiğim eziyetleri ve ondan da acısı, kendi yavrularıma çektirdiğim acıları düşündüm. Biraz daha düşününce kendimin de acı çektiğini anladım ve bu sefer kendi çocukluğuma içim yandı. Daha sonra babamın, anamın çocukluğuna içim yandı. Ve son durak olarak ülkemin tüm çocuklarına içim yandı. Yine kimseye kızamayacağımı anlayınca, 'bundan sonra ne yapabilirimle ilgili düşünmeye karar verdim. İşte değerli okurum; yazdığım kitaplar, verdiğim seminerler, hazırladığım televizyon programları, 'Ne yapabilirim? ' sorusuna verdiğim yanıtların öğeleridir. Sally'nin içinde yetiştiği ortamı görmüş ve anlamış biri olarak onun davranışl
anlamış biri olarak onun davranışlarına şimdi daha iyi anlam verebiliyorum. Sally, içinde yetiştiği ailede, var oluşun beş boyutunu da doya, doya yaşayabilmişti. Çocuğun hizasına inerek onunla göz göze konuştuğunuz zaman çocuk, 'Sen varsın, sen doğalsın, sen değerlisin, sen güçlüsün ve sen sevilmeye layıksın', mesajı alır ve çocuğun CAN'ı beslenir. Çocuğuyla randevusuna sadık kalan baba, 'Seninle zaman geçirmek istiyorum, seni özledim', mesajını güçlü olarak verir. Çocuk bu mesajı zihinsel olarak değil, sezgisel olarak alır ve aldığı bu sezgisel mesajlar sayesinde çocuğun hamuru, 'Ben sevilmeye layık biriyim!' diye yoğrulur. Bir ana babanın çocuklarına verebileceği en büyük miras, var oluşun beş boyutunda beslenmiş ve buna inanmış güçlü bir CAN'dır.

26 Nisan 2009 Pazar

FEMİNİSTMİŞİM


Yıllar önce okuduğum bir kitapta geçen Latin şair Lucian'ın sözü olan''aylaklık, zihni her yöne dağıtıyor''cümlesi o günlerden beri hafızama kazınmış en etkili cümledir.


Kendi hayatımdan yola çıkarak yapacağım yorumla çokta hak verdiğim bir cümle. Aylaklık hiç sevmediğim ama kısa bir boyutta yaşadığımdaysa tadına doyamadığım bir haldir.

Kişi amiyane bir tabirle aylak olduğu zamanlarda kimsenin veremeyeceği kadar zarar veriyor kendine. Sebepsiz yere oluşan kuruntular, üzerine vazife olmayan hadiselerle ilgilenmeler hatta aylak bir beynin etkisiyle yaratılan korkunç canavarlara bile şahit olmuşluğum var.

Ben beynimdeki aylaklığı keşfettiğimde, içine düştüğü tuhaflıkları ve saçmalıkları incelemek için zamanla onu tanıyıp hatta belki de utandırmak için yazmaya başladım. Tabii yazdıran etkenleri ve kişileri asla inkar edemem.Yazma konusunda çok büyük hedeflerim yok.Benim için bu dönemde( yalnız altını çizerek söylüyorum bu dönemlerde)yazmak sadece beynimi aylaklıktan kurtaran,ruhumu dinlendiren,iç hesaplaşmalarımı,dış dünyada ve kişilerde gözlemlediklerimi,beni güldüren ve de ağlatan şeyleri kusmak.İçimdeki bu bulantı veren hissi keşfettirene sonsuz teşekkür ederim.Zira tüm bu dolmuşlukla beynimin aylaklığı arasında sıkışmışken tam bir terapi etkisi yarattı.Aksi taktirde beynimin aylaklığı beni kuruntularla boğuşan bir hale getirmiş hatta yukarıda bahsettiğim boş beyin kurbanı bir canavar haline getirme yolunda hızla ilerletiyordu.Yalnız tek bir sorun var...

İstediğim kadar özgürce yazamamak.Kısıtlanmış kelimeler,hayal gücümden çıkan hikayelerin üzerime yaşanmışçasına etiketlenebileceği korkusuyla dar kalıplara sıkıştırmak zorunda olmam ve seçici davranma zorunluluğu hevesimi azaltmakta.Hayatımda yıllar boyunca yaşayamadığım ama sonrasında istediğim doğrultuda kavuştuğum özgürlüğüme bir gün yazılarımda da kavuşacağım buna eminim.Şimdi bazı yazılarım üzerine bana feministlik etiketi yapıştıranlara sesleniyorum.Eğer sadece kadın olduğum için yaşadığım toplumda bazı kurallar benim üzerimde kısıtlama yapıyorsa,şu yazıyı yazan bir erkek olduğunda belden aşağı yada yukarı şeklinde seçmeden her cümleyi rahatça kullanabiliyorsa,benim hayal gücümden çıkacak olmasına rağmen sahip çıkamadığım hikayelere,bir erkek yaşadığı halde sahip çıkabilip göğsünü gere gere anlatabiliyorsa evet şu dakikadan itibaren feministliğim konusunda sanırım haklısınız.Şunu da söylemeden geçemeyeceğim istediğim sadece bir erkeğin en azından yarısı kadar bir şeyleri rahatça dile getirebilmek.İstediğimin çok fazla olduğunu düşünmüyorum.Zira benim yol ortasında avuçladığım bir yerlerimi çekinmeden kaşımak,etraftakileri umursamadan kendimi rahatlatmak adına ağzıma geleni küfür babında söylemek hatta duvara işemek suretiyle yazı yazmak gibi bir talebim yok!

7 Nisan 2009 Salı

Sünnet Erkeklere Sünnet

Kültüründe 'normal' veya 'geleneksel' sayıldığı için görünmeyen kadına yönelik şiddet biçimi hatta bir vahşet olduğunu düşündüğüm küçük yaşta kızların sünnet edilmesi Afrika’nın 28'den fazla ülkesinde uygulanıyor.Umman, Yemen, Birleşik Arap Emirliği, Endonezya, Malezya ve Kuzey Irak'taki bazı kürt bölgelerinde de daha az olmakla birlikte sünnet geleneğine rastlanıyor.Bu ülkelerden gelen göçler nedeniyle kadın sünnetinin avrupa, Kanada, ABD, Yeni Zelanda ve Avustralya'ya taşındığı söylenen, uygulama kadınlara yönelik şiddetin en uç noktalarından biri bence.
Bu olayı yaşayan en bilinen örnek Ünlü top model Waris Dirie, bu vahşeti hayatının anlatıldığı kitapta şöyle paylaşmış:
Somali'de yaygın olan bir inanca göre kızların bacakları arasında, doğarken getirdikleri,ama temiz olmayan kısımları vardır.Bunların vücuttan uzaklaştırılması gerekir.Küçük bir kızlıktan kadınlığa geçiş olarak kabul edilmiş bu tören bizler tarafından büyük bir arzu ve endişeyle beklenir.
Sünnetimden bir gün önce annem bana tuvaletimin gelmemesi için fazla su yada süt içmememi söyledi.Bunun ne anlama geldiğini bilmiyordum.
O an geldiğinde gün yeni ağırmaya başlamıştı ve biz epeyce uzaklaşmıştık.Artık kızların bu saatlerde nereye ve neden götürüldüğünü biliyordum.Çığlıkları duyulmamalı ve diğerlerini ürkütmemelilerdi.Annem yaşlı bir ağacın kökünden bir parça çekip çıkardı.Sonra beni kayanın üzerine oturttu.Bacaklarımı iki yana açarak arkama oturarak başımı göğsüne dayadı.Kollarımı arasına yerleştirdi.''ısır''
''canım yanacak!'' diye mırıldandım dişlerimin arasındaki kökle.Ayaklarımın arasına baktım ve çingene kadının hazırlandığını gördüm.Gözlerinde ölü bir bakış, yüzünde sert bir ifadeyle bana baktı.Sonra eski bir çantanın içini karıştırdı.Kocaman bir bıçak çıkartacağını beklerken küçük bir torba çıkarttı.İçinden çıkardığı jilete tükürüp elbisesine sildi.Annem bir eşarpla gözlerimi kapadı.
Sonra hissettiğim şey etimin kesildiğiydi.Kör jiletin bir ileri bir bir geri derimi biçerken çıkarttığı sesi duyabiliyordum.Bacaklarım titremeye başladı ve ben Tanrım çabuk bitsin diye yakarmaya başladım.Sonrasını hissetmedim çünkü bayılmışım.
Kendime geldiğimde bittiğini sandım,ama bu sefer en kötüsü başlamıştı.Katil kadın akasya ağacından kazıdığı dikenlerle derimde delikler açmak için kullandı, sonra kalın beyaz bir ipi deliklere geçirerek dikti.
İşte bu şekilde anlatmış Waris Dirie yaşadığı bu en kötü anı.Sonraki aşamaları da var tabi bu yaşananların.Merak edenler için kitabın adı Çöl Çiçeği.
Farklı kültürler , gelenekler, inanışlar...Bir yanım bu vahşete dur demek isterken
diğer yanım inançlar karşısındaki çaresizliği kabulleniyor.Söylenecek, söylemek istediğim çok şey var ama yapacak birşey olmayınca sözler havada asılı kalıyor ...

Tuhaf Halim

Dışarda sağnak yağışlar altında sıçana dönmüş insanlara her zaman ki gibi sevgiyle değil garip bir tiksintiyle bakıyorum.Sanki şu an ki ruh halimin sebebi onlarmış gibi.
Oysa ki son iki saat öncesine kadar ne kadar huzurlu ve mutluydum.Şimdi ise yüksek bir dağın tepesinde en yüksek sesimle çığlıklar atmak bile belki beni sakinleştirmeyecek.
Aslında bir sinir harbi değil bu hal.Yine ruhum bedenimin ırzına geçti.Elimin, kolumun onun yani ruhumun tarafında bağlanmış olması hiç bir şeye yetemememin sebebi.
Çok da umursamıyorum aslında artık bu hali.Küfür lugatında saklı en ala kelimelerle oluşturulacak iki anlamlı cümleyle bu hali yok edecek güce geleli yıllar oldu ya,yinede yakışmaz terbiyemize,yetişme tarzımıza diye susmak var:)))
Çok fazla uzatmayacağım lafı ama ne bileyim paylaşasım geldi belkide yazarak rahatlıyasım.İki saat sonra en huzurlu halimle elimde kahvem bacaklarını uzatmış keyif yapıyor en sevdiği kitabı okuyor olacağım için bu ruh haliyle kimsenin kafasını yormaya gerek yok.Haydi kalın sağlıcakla.....

10 Mart 2009 Salı

BİR KÜVET HİKAYESİ

Süleyman'a karısı telefon etti :
— Konuşan ben, ben, Fahire.
Tanımadın mı sesimden?
Demek çok bağırdım birdenbire.
Çığlık mı?
Belki...
Hayır, çocuklar hasta değil.
Dinle beni :
işini bırak da gel, çabuk ol ama.
Telefonda anlatamam, olmaz.
Daha kıyamet kadar vakit var akşama.
Saatlar, saatlar, kıyamet kadar.
Sorma.
Dinle beni...
Hemen vapur bulamazsan
Üsküdar'a kayıkla geç.
Bir taksiye atla.
Paran yoksa patrondan avans al.
Yolda hiçbir şey düşünme, mümkün mertebe yalansız gelmeye çalış.
Yalan kuvvetliye söylenir ben kuvvetsizim.
Alay etme kuzum.
Evet kar yağacak, evet hava güzel.
Koynuna girdiğim adam gibi kocam gibi değil, büyüğüm, akıllım, babam gibi gel...

Geldi Süleyman,
Fahire, kocası Süleyman'a sordu :
— Doğru mu?
— Evet.
— Teşekkür ederim Süleyman.
Bak işte rahatladım.
Bak işte ağlamıyorum artık.
Nerde buluşuyordunuz?
- Bir otelde.
— Beyoğlu tarafında mı?
— Evet.
— Kaç defa?
— Ya üç, ya dört.
— Üç mü, dört mü?
— Bilmiyorum.
— Bunu hatırlamak bu kadar mı güç Süleyman?
— Bilmiyorum.
— Demek ki bir otel odasında.
Kim bilir çarşaflar nasıl kirliydi.
Bir İngiliz romanında okudum, bu işlere yarayan otellerde kırık küvetler varmış.
Sizinkinde de var mıydı Süleyman?
— Bilmiyorum.
— Hele düşün, toz pembe çiçekli, kırık bir küvet?
— Evet.
— Hiç hediye verdin mi?
— Hayır.
— Çikolalata, filân?
— Bir defa.
— Çok mu seviyordun?
— Sevmek mi?
Hayır...
— Başkaları da var mı Süleyman?
— Yok.
— Olmadı mı?
— Hayır.
— Bunu sevdin demek...
Başkaları da olsaydı daha rahat ederdim...
Çok mu güzel yatıyordu?
— Hayır.
— Doğru söyle, bak ne kadar cesurum...
— Doğru söylüyorum...
— Zaten gösterdiler bana.
İnek gibi karı. Belimden kalın bacakları...
Fakat zevk meselesi bu...
Bir sual daha, Süleyman :
Niçin?
— Bilmiyorum...
Karanlıkta pencerenin hizasında karlı, ağır bir çam dalı.
Bir hayli zaman oldu sofada asma saat on ikiyi çalalı.

Süleyman'ın karısı Fahire
şunları anlattı kocasına ertesi gün :
— ... Dayanılmaz bir acı halindeydi kendime karşı duyduğum merhamet, ölmeye karar
verdimdi, Süleyman...
Annem, çocuklarım ve en önde sen bulacaktınız karda ayak izlerimi.
Bekçi, polisler, bir tahta merdiven ve bir kadın ölüsü çıkaracaktınız arka arsada bostan kuyusundan. Kolay mı?
Gece bostan kuyusuna doğru yürümek, sonra kenarına çıkıp durarak baş aşağı atlamak karanlığına?
Fakat bulmadınızsa eğer karda ayak izlerimi sade korktuğumdan değil.
Bekçi, merdiven, polisler, dedikodu, kepazelik, aldatılmış bir zevcenin intiharı :
komik.
Niçin öldüğümü anlatmak müşkül.
Kime? Herkese, sana meselâ.
İnsan, ölmeye karar verirken bile insanları düşünüyor...
Sen yatakta uyuyordun yüzün rahat, her zaman nasıl uyursan ondan evvel ve o varken.
Dışarda kar yağmaya başladı.
Bir tek gecelikle çıkmak balkona :
Zatürree ertesi gün, nümayişsiz ölüvermek. Hayır, hiç aklıma gelmedi nezle olmak ihtimali.
Yaktım sobamızı.
İyice ısınmak lâzım ilk önce.
Ciğer bir çay bardağı gibi çatlarmış.
Pencereye, kara bakıyorum :
«Eşini gaip eyleyen bir kuş
gibi kar geçen eyyamı nev baharı arar...»
Babam bu şiiri çok severdi.
Sen beğenmezsin.
«Sağdan sola, soldan sağa lerzânı girizan...»
Lambayı söndürmeden balkona çıktım.
« ... gibi kar
düşer düşer ağlar...»
Oturdum balkonda iskemleye.
Havada çıt yok.
Karanlık bembeyaz.
Uykudayım sanki.
Sanki çok sevdiğim bir insan korkarak beni uyandırmaktan
yumuşacık dolaşıyor etrafımda.
Üşümüyordum.
Kederim duruluyor berraklaşıyor.
Odanın camlı kapısından balkona vuran ışık sıcak bir kumaş gibiydi üstünde dizlerimin.
Ben rehavetli bir mahzunluk içinde
acayip şeyler düşünüyordum :
Feneryolu'ndaki çınar 150 yaşındaymış.
Ömrü bir gün süren böcekler.
Gün gelecek
insanlar çok uzun çok bahtiyar yaşayacaklar.
İnsanın yüreği ve kafası var...
İnsanın elleri...
İnsan?
Ne zamanki, nerdeki, hangi sınıftan?
Onların insanları, bizim insanlarımız.
Ve her şeye rağmen yeni bir dünya için yapılan kavga.
Sonra sen ben bir kırık küvet ve benim
kendime karşı duyduğum merhamet...

Kar durdu.
Sökmek üzre şafak.
Utanarak odaya döndüm.
O anda uyansaydın sarılıp boynuna...
Uyanmadın.
Evet, çok şükür nezle bile değilim.
Şimdi?
Zaman zaman hatırlayıp
zaman zaman unutacağım.
Yine yan yana yaşayacağız beni sevdiğine emin olarak.

Altı ay kadar geçti aradan.
Bir gece karı koca denizden dönüyorlardı.
Gökte yıldızlar, ağaçlarda yaz meyveleri vardı.
Fahire birdenbire durdu baktı muhabbetle kocasının gözlerine ve suratına tükürür gibi bir tokat vurdu.



NAZIM HİKMET

26 Şubat 2009 Perşembe

Lazuri

Batum'da yaşayan lazlardan harika bir ninni.Ben çok severim bu ninniyi sizlerle paylaşmak istedim.

11 Şubat 2009 Çarşamba

GECENİN KARANLIĞINI AYDINLATAN BİR SANDIĞIM


Bazı günler gece olmasından korkardım.Nedenimi?Belirsiz.
Aslında kendimin bile tam olarak cevaplayamadığı bir çekince yaşanırdı içimde.Sanki gün kararıcak ve asla aydınlanmayacak gibi gelirdi.Hemen uyumak isterdim.Hemen uyuyayımki bitsin bu karanlık yeniden aydınlığa kavuşayım diye düşünürdüm.Sonra gün ağırırdı.Günü aydınlatan güneşin ilk ışıklarıyla sıçrarcasına uyanırdım.Oh derdim kendi kendime ohhh çok şükür yine sabah olmuş bitmiş karanlık,o zifiri karanlık adeta sonsuzluk gibi gelen gecenin ürkütücü karanlığı bitmiş...
Sonra tıpkı Amerika'nın ilk dönemindeki halkını anlatan devirlerde ,yada ne biliim iskoç filmlerinden bir sahnede,yada gerilimli bir filmde saçları örgülü kızın karşısına çıkan tozlu sandık tarzında kocaman bir sandık çıktı bir gün karşıma.Çok uzun yıllardır açılmamış olduğu üzerindeki tozdan belliydi.İçindekileri görmek için tuhaf bir merak içindeydim ama bir yandanda birilerine yakalanma endişesi vardı.İzinsizce girmiştim çünkü anılar odasına.Önce özenle üzerindeki tozları temizledim.
Lanet olsun nasıl bir kilit bu!Açılmıyor bir türlü...
Acaba hiç açmasammı ki?Ya içinde beni ürkütecek şeyler varsa?Aman alt tarafı bir sandık işte olsa olsa bir kaç zamanında önemli olan kağıt parçası,belki çaput değerinde bir kaç giyecek vardır.Yada belkide boştur!Olamazmı?Belkide bomboş bir sandıktır.Orada öylece kullanılacağı zamanı bekleyen anlamsız boş bir sandık!
Tüm merakımla dizlerimin üzerine çöktüm,tek gözümü kıstım ve diğeriyle en keskin bakışımı atarak anahtar deliğinden sandığın içine baktım.Birden ürktüm.Gördüklerimle yüzleşmem çokta kolay olmadı.Aslında pek çoğunu sanki daha önce hiç görmemişcesine silmişti beynim.Araya karışmış bir kaçta bana ait olmayan şey vardı.
Hemen tüm ağırlığına rağmen kucakladım o sandığı ve bir daha yanımdan hiç ayırmadım.İşte o gün bu gündür aralayarak o sandığı ufak tefek şeyler çıkarır içinden sonra yeniden sıkıca kaparım.Çıkardıklarımla uzun uzun hesaplaşır,bazen nefret eder,bazen afferin be bana nelerde yapmışım derim.
İşte kendimle yüzleştiğim,hesap sorduğum anların cevaplarını bulduğum,herkezle,herşeyle barıştığım,sevmeyi en önemlisi kendimi sevmeyi öğrendiğim o günden beri geceleride sever oldum ve gecelerde sandığımdan çıkardıklarımı,artık gülüp geçtiklerimi yazar oldum.Gecem aydınlandı,ben yeniden doğdum.

10 Şubat 2009 Salı

...ANLADIM...

Hep kısıtlamalar yaşanır , eğer önemsiyorsanız bazı değerleri yada fikirleri.Bende önemseyenler arasındayım.Bazen içimden bir isyan haykırır , bazen bu haykırış yazılarıma da yansır ama nihayetinde maalesef bende önemseyenlerdenim.
Zaman zaman bu halin yazılarımda da beni kısıtladığını belirtmişimdir hatta.Ama şu durumda yapacak çok fazla şey yok .Altını çizerek söylüyorum ki bu kabullenmişlik hali sadece bu amatörlük dönemimde geçerli:)
Neyse sonuç olarak nereden çıktı bu açıklamalar diye düşünenlere bir kısa açıklama daha yapayım sonrasında da paylaşımımı sergileyeyim.Dönem dönem burada çok sevdiğim, beni çok etkileyen şiirleri ve şarkı paylaşıyorum.Hani evli barklı kadınsın ne işin var böyle şiirlerle diye düşünmeye falan sebebiyet vermemek için belirtmek istedim bazen şiirlerin ve de şarkı sözlerinin içindeki belli cümlelerdir beni cezbeden.Tıpkı aşağıdaki Can Yücel şiirinde olduğu gibi.O kısımları koyu harflerle
yazıyorum ki geride kalanlar üzerime yapışmaya:)
Akıllara bazı şeylerin bütünündeki güzelliği ele almak kazınmalı belki de.Ayrıntılar da saklı olan güzellikler dışında tabi.
ANLADIM
Bunca zaman bana anlatmaya
çalıştığını,kendimi
bulduğumda anladım
Herkesin mutlu olmak için başka bir yolu
varmış,
Kendi yolumu çizdiğimde anladım..

Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat,
okuyarak,dinleyerek değil..
Bildiklerini bana neden
anlatmadığını, anladım..


Yüreğinde aşk olmadan geçen hergün
kayıpmış,
Aşk peşinden neden yalınayak
koştuğunu anladım..

Acı doruğa ulaştığında
gözyaşı gelmezmiş gözlerden,
Neden hiç ağlamadığını
anladım..

Ağlayanı güldürebilmek,ağlayanla
ağlamaktan daha değerliymiş,
Gözyaşımı kahkaya çevirdiğinde
anladım..

Bir insanı herhangi biri kırabilir, ama bir
tek en çok sevdiği acıtabilirmiş,

Çok acıttığında anladım..

Fakat,hakedermiş sevilen onun için dökülen her
damla gözyaşını,
Gözyaşlarıyla birlikte sevinçler
terkettiğinde anladım..

Yalan söylememek değil, gerçeği
gizlememekmiş marifet,

Yüreğini elime koyduğunda anladım..

''Sana ihtiyacım var, gel ! ''
diyebilmekmiş güçlü olmak,
Sana ''git'' dediğimde anladım..

Biri sana ''git'' dediğinde, ''kalmak istiyorum''
diyebilmekmiş sevmek,
Git dediklerinde gittiğimde anladım..
Sana sevgim şımarık bir
çocukmuş,her düştüğünde zırıl
zırıl ağlayan,
Büyüyüp bana sımsıkı
sarıldığında anladım..

Özür dilemek değil, ''affet beni'' diye
haykırmak istemekmiş pişman olmak,
Gerçekten pişman olduğumda anladım..
Ve gurur, kaybedenlerin,acizlerin maskesiymiş,

Sevgi dolu yüreklerin gururu olmazmış,
Yüreğimde sevgi bulduğumda anladım..

Ölürcesine isteyen,beklemez,sadece umut edermiş
bir gün affedilmeyi,
Beni afetmeni ölürcesine istediğimde
anladım..

Sevgi emekmiş,
Emek ise vazgeçmeyecek kadar, ama özgür bırakacak
kadar sevmekmiş

9 Şubat 2009 Pazartesi

İTİRAF.COM

İtiraf.com' dan yüzüme tebessüm katarak okuduğum bazı bölümleri sizlerle de paylaşmak istedim.Keyifle okumanız dileğiyle:
1 GB'lık cevşen
Bir alkış da sınava giderken, 1 GB'lık flash disc'e Kur-an'ı Kerim ve dualar atan, sonra da boynuna asan ve cevşen niyetine kullanan kardeşime gelsin.

Sarışının hamile hali
Hamile olan sevgili sarışın kuzenim, gebelikle ilgili okuduğun; "Bebekler zekalarının %80'ini anneden alıyorlar." makalesinden sonra panikle bana dönüp; "Ay inanmıyorum. Bana ne kalacak o zaman?" diye sorduğunda sana; "Üzülme öyle bile olsa senin kaybedeceğin bir şey yok!" diyemedim ya! Lanet olsun içimdeki insan sevgisine!


Geç bunları
Dekorasyon dergisine bakarken bir sandalyenin iki aylık maaşına tekabül ettiğini gören kuzenimin yorumu: "Geç bunları, bizde ona oturacak g.t yok!"

Hemşiranım
Bir hastahane. Yoğun bakım odası. Sabah saatleri. Neşe içinde odaya giren bir hemşire hanım. Ve neşe içinde şakıyan sesi: "Ahmet beyy, Ahmet beyyy bugün keyifler nasıl? Ama küs müyüz canım?" Ahmet beyde ne ses ne nefes. Hemşire hanım neşeli neşeli gezinmekte. Dayanamayan hademe bir yandan yeri silerken cevap verir: "Hemişiraanım bu hasta eks olmuş galibaa." Hemşire hanımdan el cevap: "Sus da işine bak senn!" Ve nice sonra hastanın nabzına bakan hanımefendi hayretle bağırır: "Aaa hakkaten..." Bu olayı izleyen diğer hasta olan dayımın bize aktarırken son cümlesi: "Kendimi Türk hademelerine emanet etmek istiyorum."

Gaz kokusu
Büyük marketlerden birinde kasada kuyruktayız. Birden etrafa kötü bir koku yayılıyor, herkes yüzünü ekşitiyor "Kokunun kaynağı ben değilim." gibilerinden. Kuyrukta babasıyla bekleyen 8 yaşlarındaki bir veletin "Baba bu kokunun aynısıdan bizim banyoda da vardı." demesiyle, ortada kırmızı suratlı bir baba ve olayın faili bulunduğu için rahatlayıp tebbessüm eden bizler.

Siyah olsun da...
Kendi arabası diye siyah gördüğü farklı markadaki her arabaya binmeye çalışan ve birinde de başarılı olup araba anahtarı kabul etmiyor diye servisi arayan, iki saat nasıl olup da çalışmadığı hakkında servis elemanına cepten malumat veren başka salak var mı? Arabalarınızı kilitlemeden çıkmayın; binerim...

Eski Cevizler
Kayınvalidemle oturup konuşuken bir ara bana "Ah kızım, çok korktum ben bu çocuk (kocam oluyor) abuk subuk bir kızı alıp gelecek diye. Senden önce eve habire bir kızı getirip duruyormuş, apartman, konu komşu hep seslerini duyuyormuş. Onunla evlenecek diye çok korktuk babanla. Allah'a çok şükür akıllandı da seninle tanıştı" diyerek bana sarılıp öptü. Eve habire gelen ve apartmanı inleten "abuk subuk " kız ben oluyorum bu arada. Çok ucuz yırtmışım çok.

Eniştemin intikamı
Enişteme "Arabayı değiştirsene artık, benden bile daha yaşlı" diyorum, "Değiştiremem, araba yolda kalınca teyzen arabayı itiyor, peşimden koşması çok hoşuma gidiyor. Yıllarca ben koştum peşinden, şimdi biraz da o koşsun" cevabıyla gülüyorum, gülüyorum, hala gülüyorum.


Giyim kuşam
Lacivert ceketi, gri pantolonu, kahverengi ayakkabısı ve siyah kemerini bir arada giyen babama annemin yorumu: "Toplama bilgisayar gibi olmuşsun!"


Gözlem yeteneği
Gece, geçirdiği trafik kazası sebebiyle acile getirilen hastanın yakınları odaya doluşmuşlar. Kontrole gelen doktor hemşirelere dönerek "Hastayı gözleme alın" deyip odadan çıkıyor. Peşinden bütün hasta yakınları da odayı boşaltıyor. Hastayla ilgilenmeye başlıyoruz. Aradan on beş dakika geçiyor, odanın kapısı aralanıyor. Hasta yakınlarından biri elinde sıcacık bir gözlemeyle odaya girip usulca hemşireye yaklaşıyor: "Doktor bey gözleme alın dediydi, bunu nereye bırakayım? Siz mi yedirirsiniz anası mı gelip yedirsin?"

Bireysellik
Anneme, "Hayatıma giren erkekler neden bu kadar çabuk çıkıyor? Bendeki şanssızlık genetik mi?" diye sordum. "O senin bireysel salaklığın, bizi bulaştırma!" dedi. Hemen sustum.

Cennet brokolisi
Sofrada "Hanım ben hiç brokoli yemedim." diyen seksenlik dedeme "Artık öteki tarafta yersin." cevabını veren hınzır bir anneannem var!

Geberin Köpekler!
Anti-bakteriyel sabunla ellerimi yıkarken, "Geberin köpekler!" diye kahkaha atan, bakterilerin ölüşünü zihninde canlandırıp bundan zevk duyan ben mi, neden güldüğümü anlattığımda "Hayvansın sen, onların da canı var!" diyen kız arkadaşım mı acaba daha çok alkışı hak ediyor? Alkışlayan ellerde bakteri olmasın lütfen.

2 Şubat 2009 Pazartesi

YIKIN HEYKELLERİMİ

‘Ey milletim, Ben, Mustafa Kemal'im...

Çağın gerisinde kaldıysa düşüncelerim,

Hálá en hakiki mürşit, değilse ilim,

Kurusun damağım, dilim.

Özür dilerim...

Unutun tüm dediklerimi.

Yıkın, diktiğiniz heykellerimi...

* * *

Özgürlük hálá,

En yüce değer

Değilse eğer...

Prangalı kalsın diyorsanız, köleler...

Unutun tüm dediklerimi.

Yıkın, diktiğiniz heykellerimi...

* * *

Yoksa, çağdaş medeniyetin bir anlamı,

Ortaçağ'a taşımak istiyorsanız zamanı,

Baş tacı edebiliyorsanız

Sanatın içine tüküren adamı...

Unutun tüm dediklerimi.

Yıkın, diktiğiniz heykellerimi...

* * *

Yetmediyse acısı, şiddetin, savaşın.

Anlamı kalmadıysa

Yurtta sulh, dünyada barışın.

Eğer varsa ödülü, silahlanmayla yarışın.

Unutun tüm dediklerimi.

Yıkın, diktiğiniz heykellerimi...

* * *

Özlediyseniz fesi, peçeyi.

Aydınlığa yeğliyorsanız, kara geceyi.

Hálá medet umuyorsanız

Şıhtan, şeyhten, dervişten.

Şifa buluyorsanız,

Muskadan, üfürükçüden...

Unutun tüm dediklerimi.

Yıkın, diktiğiniz heykellerimi...

* * *

Eşit olmasın diyorsanız, kadınla erkek...

Kara çarşafa girsin diyorsanız,

Yobazın gazabından ürkerek...

Diyorsanız ki, okumasın

Kadınımız, kızımız;

Budur bizim alın yazımız...

Unutun tüm dediklerimi.

Yıkın, diktiğiniz heykellerimi...

* * *

Fazla geldiyse size, hürriyet, cumhuriyet...

Özlemini çekiyorsanız,

Saltanatın, sultanın...

Hálá önemini anlayamadıysanız,

Millet olmanın...

Kul olun, ümmet kalın,

Fetvasını bekleyin, şeyhülislamın...

Unutun tüm dediklerimi.

Yıkın, diktiğiniz heykellerimi.

RAHAT BIRAKIN BENİ...'

Süleyman Apaydın'ın bu enfes şiirine ekleyecek bir şey yok.

17 Ocak 2009 Cumartesi

Rüzgar saçlarının bir kısmını gizleyen eşarbını savurup yüzüne daha bir kuvvetle çarptıkça yanaklarının dağlandığını hissediyordu.Aşağıya bakmıyordu.Bakarsa korkup vazgeçebileceğini düşünüyordu.Bir an elinde sımsıkı sıktığı çöp poşetinin unutmuş olduğu varlığını hissetti.O an unutmaya çalıştığı herşey yeniden gözlerinin önünde tüm çıplaklığıyla canlandı.
Kızının lösemi olduğunu ilk duyduğu anda vermesi gereken tepkiyi verememiş zaman geçtikçe, tedavi sürecinde yaşananların etkisiyle sürekli daha kötüsü ne olabilir ki demekten kendini alıkoyamaz hale gelmişti.
Uzun soluklu tedavi aşamalarının ardından ilerlemiş olan lösemi maalesef ki cevap vermiyordu bu çabalara.Son bir çaremiz kaldı demişti doktorlar, İlik nakli...
Baba evdeki diğer kızını da alarak onlara çok uzakta olan bir şehirde evlemiş olan kızını alıp getirmek üzere yola koyulmuştu.Hep beraber dönüş yolculuğu yaptıkları esnada büyük bir kaza geçirip ve hayatlarını kaybettiler.
Nakil yapılamadığı için lösemili kızınıda kaybeden Ümmühan içinde kızının eşyalarının bulunduğu siyah poşetle hastahane kapısında şaşkınca ve boş bakışlarla etrafa bakınırken bir anda artık elindeki poşetin içinde bulunanlardan başka sahip olduğu bişeyin kalmadığını düşündü çok kısa bir an.
Daha kötüsü olmuştu.O an ki ruh yapısıyla bunu düşünmesi mümkün değildi ama o karmaşık zihninde bir yerlerde nasıl olduysa bir an kızının hastalık aşamasında bundan kötü ne olabilir ki diye defalarca yakardığı geldi hatırına.
Hastahanenin çatısına çıktığı anıysa hiç hatırlamıyordu.
Artık vakti geldi diye düşündü bir gidip bir gelen belleğinde.Yavaşça öne doğru süzüldü yere baktığında sanki onu çağırıyordu.Hissetiği tam olarak buydu .
'Hadi bana gel ,gel hadi bana'
Yavaşça kendini boşluğa bıraktığında, yaşadıklarının günahlarının bedeli olduğunu düşünüyor ödenmiş bedellerin huzuruyla onu içine çeken hava boşluğunun içinde kaybolurcasına hızla yere ilerliyordu...

11 Ocak 2009 Pazar

BAĞLANMIYACAKSIN

Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.

Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin onu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de
korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim." diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasın istiyorsan birşeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait
olacaksın.
Mesela turuncuya, yada pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, Hem
de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak...

CAN YÜCEL

7 Ocak 2009 Çarşamba

Sen Özelsin!... İnanmazsan Parmaklarının Ucuna Bak!

Kendimi ne zaman aciz ve işe yaramaz hissetsem, aynı duyguları hissettiğim bir anda eski bir dostun uzun zaman önce söyledikleri gelir aklıma. Yüzümü kocaman bir gülümseme sarar.

Bana; "Kendini her aciz ve işe yaramaz hissettiğinde, parmağının ucuna bak!" demişti. O sıra o kadar üzgün ve duygularımın içinde o denli kaybolmuştum ki, kendi sesimi bile tanıyamaz bir halde çok kısık bir ses tonu ile "Neden" demiştim.

"Çünkü o parmak izlerinden bu yeryüzünde başka hiç kimsede yok" demiş ve eklemişti, "Sen özelsin. İnanmazsan parmaklarının ucuna bak!" Birden sanki dirilmiştim. Evet, ben özeldim.

Herkes aslında özeldir. Ama beni o günden sonra diğerlerinden ayıran tek ayırt edici özelliğim kendimin özel olduğumun farkında olmamdı.

Hala karamsarlığa düştüğümde, bazen umutsuzluklarla boğuştuğumda o dostumu hatırlar ve parmağımın ucuna, yüzümde büyük bir gülümseme ile bakar ve kendi kendime "Sen özelsin. Bunların hepsini atlatırsın." derim.

Yine aynı dostum bir karar aşamasında olduğum bir gün bana; "Önce ne istediğini iyi belirle" demişti ve eklemişti, "Sonra o istediğine ulaşmak için ne gerekiyorsa yap!"
Sonra da elini tam üç kez gözlerimin önünde çırpmış ve bana "Ne oldu şimdi?" diye sormuştu.
Ben de anlamsız bakışlar ile yanıt vermiştim. "Ne oldu?" "Üç saniye hayatından uçtu gitti ve hiçbir şey o üç saniyeyi geri getiremez" demişti...

Ve eklemişti; "Hayatı, istediklerine ulaşmak için harca, bir gün arkana dönüp baktığında uçup giden o saniyelerin bomboş bir ömür haline geldiğini görmek istemiyorsan tabii!"

Farkındasınız değil mi? Hayatlarımız saniye, dakika, saat dilimlerine bölünmüş, akıp gidiyor. Ve biz akan bir saliseyi bile geri dönüp tekrar yaşayamıyoruz. Onları geri getiremiyoruz. Aynaya baktığımızda her gün yeni bir beyaz saç telini ve yüzümüzde acımasızca akıp giden dakikaların izini, birer kırışıklık olarak seyrediyoruz.

Peki biz hayattan ne bekliyoruz? Beklentilerimiz için varımız yoğumuz ile savaşıyor muyuz zaman denen acımasız düşmanla? Oysa parmaklarınızın ucuna bakın bir kez.

Sonra da parmaklarınızı üç kez şıklatın. Orada gördüğünüz parmak izleri sizden başka kimsede yok ve parmaklarınızın ucundan çıkan o ses hayatınızın bomboş geçmiş üç saniyesi oldu, geçti gitti işte...

Siz özelsiniz, siz yeryüzünde teksiniz... O zaman hayattan beklediklerimiz de bize layık olmalı, özel olmalı, ulaşılması için savaşa değer olmalı.

Zaman denen canavar galip gelmeden, biz hayattan beklentilerimize ulaşmalıyız ki, geçip giden zamana rağmen, geriye dönüp baktığımızda kucak dolusu mutluluk ve beklentilere ulaşmanın hazzı ile zaman zaman yüzümüzde kocaman bir gülümse ile nanik yapabilelim...

Bugün özel bir insan olan kendiniz için ne yaptınız? Beklentileriniz için bir uğraş, savaş verdiniz mi? Yoksa zamanın sizi yenmesine seyirci mi kaldınız? Mesela özel eski bir dostu aradınız mı bugün?

Bu kısa ama çok anlamlı hayat derslerini veren dostumu kaç zamandır aramadığımı düşündüm tüm bunları yazarken... Yerimden kalktım ve telefon ile o dostumu aradım.
Çok mutlu oldu...
"Ne zamandır sesini duymamıştım, hangi dağda kurt öldü?" dedi.
Ben de "Özel birini aramak istedim, aklıma sen geldin" dedim ve sonra ekledim:

"Ve ellerimi üç kez çırptım, geçen zamanı geri getiremediğimi görünce belki de seni arayacak başka bir üç saniyem olmayacak, şu anda aramazsam deyip seni aradım" dedim.
Çok mutlu oldu. Bir dostun mutluluğu ile ben de mutlu oldum. Dostumla telefon konuşmamı bitirip klavyenin önüne oturduğumda yüzümde kocaman bir gülümseme vardı.

Özel birini arayıp, dakikaları geri getiremeyeceğim bir hayat içinde istediğim bir şeyi yapmanın huzuru ile yani mutlu bir yürekle tekrar yazmaya başladım. Ve zaman denen sinsi düşmana bir nanik yaptım.
"Acımasızca akıp gidiyorsun ama ben seni hissediyorum, istediğim hiçbir şeyi ertelemiyorum ve istediklerimi elde etmek için hayatla savaşıyorum" der gibi mutlu idim.

Siz hala ne duruyorsunuz?
Koşun telefona, bir dostunuzu arayın. Birine e-posta gönderin. Onu sevdiğinizi hissettirin. Onun mutluluğu ile mutlu olun.

Ellerinizi üç kez çırpın ve düşünün hayatınızdan üç saniye, boş bir sayfa gibi koptu gitti işte.

Oysa siz özelsiniz ve size layık bir hayatı hak ediyorsunuz. Size layık mutlulukları hak ettiğiniz gibi.

İnanmazsanız parmaklarınızın ucuna bakın!

(Alıntı)

5 Ocak 2009 Pazartesi

BAHARATLI HAYAT


En sevdiğim yemek gibi desem yalan olmaz hayatımı tanımlarken.Hani bazen doyamazsınız tadına, bir tabak daha, bir tabak daha yersiniz de artık çatlama durumuna geldiğiniz için durursunuz.
Ama bazen de bunun tam aksi olur en sevdiğiniz yemek bile yavan gelir size tad olarak. Belki sıkıldığınız için o tatdan belki de malzeme eksikliğinden.
Bağaratlar koşar işte o zaman imdadına o yemeği yiyenin.
Kimi zaman acı biberli benim hayatım kimi zamansa tatlı toz biberli.Bu aralar mı?
Bu aralar naneli. Ama aklınıza hemen olumsuzluk gelmesin. Nane de yakıştı hani bu yemeğe. Belki de ben naneyi sevdiğim için böyle düşünüyorum.
Ne olursa olsun hayatı, hayatımı, bana yeni bişeyler katan her yeni günü, öğrenmeye doymayan beni çok ama çok seviyorum...